30 Kasım 2016 Çarşamba

Ahlâkın Kaynağı


“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

 

Arapça bir kelime olan “ahlâk”; “güzel huy, yaradılışa-tabiata göre davranmak (halâk)” anlamındadır. Ahlâk, “insanların sürekli yaptığı davranışlar”a verilen isimdir. Sürekli olan davranışlarınız sizin ahlâkınızdır. “Sürekli olarak” ne yapıyorsanız, sizin ahlâkınız o davranış olmuştur.

 

Ahlâk çoğunlukla “Etik” ile karıştırılıyor ve insan-merkezli düşünülüyor. Ahlâkın kaynağının “insan” olduğu zannediliyor. “Etik”in kaynağı insandır ama “Ahlâk”ın kaynağı “insan-üstü” olandır; Allah’tır. Çünkü ahlâk, “halâk” kökünden olarak “yaratılışla ilgili olan, yaratıcının istediği gibi olan” anlamındadır. Bu nedenle “yaratan” kim ise, ahlâkı veren de odur. Yaratmayı Allah yaptığına göre, yaratılışla ilgili” demek olan ahlâk da Allah’tandır, Allah’tan neş’et eder, Allah’tan kaynaklanır. İnsan, ya îmânından dolayı ahlâkı kullanır yada nefsinden dolayı kullanmaz ve ahlâka göre değil de nefsine yâni “etik” olana göre hareket eder. Bir de ne ahlâka ne de etiğe uygun davranmayanlar vardır ki; Allah muhâfaza..

 

İnsanın doğuştan getirdiği şeye “ahlâk”, sonradan kazandıklarına “etik” denir. Etik “bâzen doğru”dur. Çünkü mutlak olmayan insanın sentezlerinden doğmuştur. Fakat ahlâk, mutlak doğrudur. Zîrâ “Mutlak Olan”dan gelmiştir.

 

Etik, “ilâhi-merkezli olmayan, insan-merkezli olan” demektir. Töreye göre, yasaya göre, kurallara göre olmak, bunlara uygun yaşamak anlamında. Dolayısıyla ahlâk, “ilâhi-merkezli olan” iken; etik, “insan-merkezli olan” demektir ki ikisi aynı şey değildir ve hattâ ikisi tam karşıt şeylerdir. Etik ve ahlâk aynı şey değildir. Etik, insanın oluşturduğu ve değişken bir şeydir. Belli şartlar ve zorluklar karşısında çözülüverecek olan şeydir. Zamâna ve mekâna göre etik değişebilir. Ahlâkı ise sâdece din önerebilir ve sağlayabilir. Bu nedenle ahlâk “sonuna kadar” ve “ne pahasına olursa-olsun” tâviz verilemeyen ve ertelenemeyen bir şeydir.

 

Ahlâk doğuştan bir potansiyele sâhiptir. Fakat bu yeterli değildir. Ahlâk ancak eylem hâlindeyken kendini net gösterebilir.

 

İlâhi-merkezli olanda yâni ahlâkta bir adâlet ve eşitlikten bahsedilebilir. Bu eşitlik tabî ki “mutlak bir eşitlik” demek değildir. Zîrâ mutlak eşitlik hem Allah’ın yaratmasına aykırıdır, hem de insanlar için de bir zulüm doğurur. Yine, ahlâkta bir inanç vardır. Kişi inancından dolayı yapar yada yapmaz ve kaçınıp uzak durur. Etik ise inanca gerek duymaz, yapması-yapmaması yasa ve kural korkusu nedeniyledir. Bu nedenle etik olanda “kânun boşlukları” olurken, ahlâkta herhangi bir boşluk olması mümkün değildir. Çünkü ahlâk insanın en derinliklerine yer etmiştir. Vicdan sürekli ahlâkın baskısı ve kontrôlündedir. Bu nedenle etik sınırlıdır, ahlâk ise sınırsız. Etik bir yerden sonra -nefisle mücâdele etmediğinden dolayı- nefsin isteklerini dizginleyemez ve çıkarına göre işler yapar. Ahlâkta ise kişiyi içinden zorlayan bir yapma-yapmama durumu vardır. Bu nedenle ahlâklı kişi, adâleti sağlamak için en sevdiklerinin aleyhine olsa bile adâlet üzerine karar verir. Zâten bu, Kur’ân’ın bir emridir:

 

“Ey îman edenler!, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adâletten dönüp hevâ (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ 135).

 

Modernizm her-şeyi madde-merkezli yeniden yorumladığı için, ahlâkı da madde-merkezli yorumlamış ve böylece ahlâkı da maddîleştirmiştir. Maddî bir anlama büründürmüştür. Bu nedenle de ahlâkın kaynağını insanın maddî yanı zanneder. Oysa ahlâk, et ve kemikten kaynaklanmaz. Modern ideolojiler olan liberâl-demokratik-lâik düşünceye göre ahlâk, insan kaynaklıdır. Zâten bu ideolojiler her-şeyde insanı merkeze alırlar. Bu ideolojilerde insan ilahlaştığı için insanı merkeze almadan bir yorumda ve eylemde bulunamazlar. Bu-arada Dünyâ’nın ve insanların hâl-i pür melâlinin nedeni de işte bu Allah-merkezlilikten, insan-merkezliliğe geçmiş olmaktır. Modern insanın ahlâk zannettiği ve ahlâk olarak adlandırdığı şey, “bir sınırı olan” “etik”ten başka bir şey değildir. “Etik insan”, sıkıştığında etik-metik dinlemez. Bu nedenle etik, çıkar-merkezlidir, nefsîdir. Çıkara dokunduğu an, “etik” denilen “sınırlı olumlu davranış” ânında terk-edilir.    

 

Tabî ki etiği de tamâmen yararsız saymıyoruz. Fakat etik-merkezli güzel davranışlar ilâhi-merkezli olan ahlâkta zâten vardır. Etik, ahlâkın sınırlandırılmış ve sulandırılmış hâlidir. Fakat ahlâk ne sınırlandırılmaya ne de sulandırılmaya gelir. Ahlâktan bir tâviz verilmesi zinhar söz-konusu edilemez. İnsanlar-müslümanlar ahlâka uymuyorlar diye bunun suçlusu ahlâk değildir, İslâm değildir, insanlardır-müslümanlardır. Bâzıları müslümanlara bakarak İslâm’ı yargılıyorlar.

 

Etik, dünyâ-merkezli iken, ahlâk hem dünyâ hem de âhiret-merkezlidir. Ama daha çok âhiret-merkezlidir. Âhiretteki cezâ ve ödül, kişinin davranışlarını yönlendirir.

 

Etik, “sınırlı ahlâktır” desek belki yerinde bir söz olur. Meselâ birini düşünün, çok dürüst olarak bilinen biri. Fakat bu kişi ilâhi olana inanmayan biri olsun. Yâni ahlâkı değil, etiği olan biri. Bu kişinin kimsenin malında-canında-nâmusunda gözü yoktur. Kimsenin hakkını yemez, yalan söylemez, zarar vermez vs. Bu tabî ki iyi bir şeydir. Fakat eğer bu kişi inançsız bir kişiyse ve doğal olarak ölümden sonraki hayâta inanmıyorsa, etiği onu bir yerden sonra korumayacaktır. Meselâ, çok sevdiği birisi; ana-babası yada eşi-kızı-oğlu çok büyük bir suç işlese, meselâ mâsum birisini öldürmüş olsa ve olayı gören de sâdece bahsettiğimiz o etik kişi olsa; bu kişi, çok sevdiği ana-baba-eş-çocuklarının îdam ile yada müebbet hapis ile cezâlandırılmasına göz yumabilir mi?. Bu kişinin meselâ annesi yada oğlu, mâsum birini öldürse ve cinâyeti de sâdece o görse, anasını yada oğlunu ihbâr eder mi?. Çünkü sâdece o görmüştür ve eğer ihbâr etmezse hayat boyunca kimse bilmeyecek ve icâbında 90 yaşına kadar yaşayacak. Âhiret inancı ve korkusu yoksa, anasını yada oğlunu niye ihbâr etsin?. Onu ihbâr etmeye ne zorlayacak?. Toplumun oluşturduğu töre için, birilerinin keyfinden çıkardığı yasalar için mi fedâ edecek sevdiklerini?. Kesinlikle yapmaz bunu. Hattâ olay cinâyet değil de meselâ hırsızlık olsa, yine de ihbâr etmez sevdiklerini. Ben şahsen inançsız biri olsam, kesinlikle fedâ etmem sevdiklerimi. Niye edeyim ki?. Ne de olsa ölünce her-şey bitiyor. Fakat gerçek bir “ölüm sonrası inanç” (âhiret) bunu kesinlikle saklayamaz. Müslümanların güzel örnekliği olan Peygamberimiz, hırsızlık yapan zengin birinin affedilmesi isteği üzerine; “hırsızlığı yapan kızım Fâtıma da olsa vallâhi elini keserim” demiştir. İşte îman, âhiret bilinci, inancı ve korkusundan kaynaklanan ahlâk bunu yaptırır. İnsan-merkezli olan etik göz-ardı edebilirken, ilâhi-merkezli olan ahlâk zinhar göz-ardı edemez.  

 

Şu da var ki, Allah’tan-din’den-îmandan bağımsız olarak ahlâkî şahsiyet ve davranış bir noktaya kadar mümkün olsa bile, şu kesindir ki, Allah’tan-din’den-îmandan bağımsız bir ahlâkî sistemin olması mümkün değildir. Bir ahlâkî sistem ancak, Allah, din ve îmandan kaynaklanırsa ve o merkezde olursa “sistemli” hâle gelebilir ve toplumun yada ülkenin tamâmını kapsar ve kuşatır.

 

H. D. Thoreau gerçek ahlâktan bahsederken bir misâl verir ve şöyle der:

 

“Batan bir gemiden sağ kalan yaralılardan biriyiz ve yüzmekteyiz. O sıra bir tahta parçasına tutunmuş ve daha rahat yüzerek ilerleyen ve bizden daha zayıf olan birinin elinden tahta parçasını çekip aldık. O tahta parçasını geri verin!. Çünkü size âit değil!. O tahta parçasını geri verebiliyorsanız, evet, siz ahlâklı birisiniz; yok veremiyorsanız, onu verinceye kadar siz ahlâksız birisiniz ve cennet ahlâksızlara haramdır”.

 

İşte bunu yapacak olan kişi, âhiret bilincine ve korkusuna sâhip olan kişidir.  

 

Allah, peygamberliği toplumun en ahlâklı olanına verir. Bu kişi, yaratılıştan kaynaklanan yâni ilâhi-merkezli olan ahlâkını bozmamış ve tertemiz kalmış biridir. Zâten toplumun tamâmı da onu ahlâk-timsali olarak tanır. İşte Peygamberimiz de böyle ahlâk-timsali bir kişiydi ve toplum ona bu nedenle “el emin” diyordu. Peygamberimiz kendisine peygamberlik verildiğinde içten içe sürekli olarak, “neden ben” diye sorup duruyordu. Allah bu soru karşısında şu âyeti gönderiverdi:

 

“Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4).

 

Ahlâk, aslî olan bir duygu ve davranış şeklidir. Ahlâkı aslî bir unsur olarak görmeyen Thomas Hobbes ise şöyle der:

 

“İstencin en ilkel öğesi “varlığımızı koruma” isteğidir. İnsanın istediği bütün öteki şeyler, bu biricik ereğin az yada çok, incelmiş araçlarından başka bir şey değildirler. Bundan dolayı “ahlâkî” “özgeci” (altruist) denilen duygular, yâni türdeşlerimizin iyiliğini göz-önünde bulunduran eğilimler aslî değildirler, anlayış ve alışkanlıktan meydana gelmiş olan bencilliğin (egoizm) formlarıdır”.

 

Oysa ahlâk, sâdece ahlâklı davranmak için değil, Allah rızâsı içindir de. Bu nedenle insan kendi başınayken bile ahlâklı davranır. Ahlâk haz için de değildir, zîrâ ahlâk ile haz hiç-bir zaman uzlaşamaz. Haz için mutlakâ ahlâktan tâviz vermek gerekir. Ahlâk dinden neş’et eder ve dinden ayrılan ahlâk, acımasız bir bencilliğe varır.

 

İmam Mâturidî; “ahlâk eşittir din, din eşittir akıldır. Ahlâken keşfettiğiniz her-şey dînin size önerdiği şeylerdir, din olarak keşfettiğiniz şeyler aklınızla keşfedebileceğiniz şeylerdir” der. Bu söz, Peygamberimiz’i akılsızlıkla ithâm etmektir. Çünkü Peygamberimiz mükemmel duyarlı ve ahlâklı bir insan olarak toplumdaki sorunları görmesine rağmen ne yapacağını bilmez bir durumdaydı ve zâten Kur’â da o’na: “Ne yapacağını bilmez bir hâldeydin” der. Yâni kendisine peygamberlik verilen muhteşem bir ahlâka ve keskin bir akla sâhip bir insan, aklı ile ne yapacağını bilmez bir hâldeymiş de, inen vahiyler onu aydınlatmış ve yönlendirmiştir. Çünkü akıl sınırlıdır. Bu nedenle de, hem dîni ve vahyi işe karıştırmadığı, hem aklı yetmediği hem de ahlâksız olduğu için bir “akıl uygarlığı” olan modernizm, Dünyâ’nın en az yarısının perişanlık içinde yaşamasına neden olmaktadır.

 

Potansiyel ahlâk, ahlâk değildir. Ahlâk, “kanıtlanmış olan”dır. Ahlâk, “ortaya konulduğunda” ahlâk olur. Ahlâk kişiyi amele-eyleme sevk eder. Kötülüğü eliyle, diliyle yada en azından kâlbiyle düzeltmeye (buğz) yönlendirir. Bunu etik yap(a)maz. Zîrâ etik bencildir, Ahlâk ise kendinden ödün verir. Etik “toplum için”dir ama ahlâk “Allah için”dir.

 

Etik-merkezli beşerî sistemler kendi aleyhine kânun çıkart(a)mazlar. Bu nedenle de hiç-bir zaman ahlâklı olamazlar. Adâletli olamazlar çünkü. Bu nedenle meselâ işçiye üç kuruşluk zammı çok görürlerken, kedilerine yarı-yarıya zam yapabilirler. Bunu etiğe uydurabilirler ama ahlâka asla. Ahlâkın olmadığı yerde gerçek bir adâlet; adâletin olmadığı yerde ise ahlâk olmaz.

 

Modernler ahlâkın kaynağını insan zannede-dursunlar, ahlâkın kaynağı her zaman aynıdır ve “din”dir, “kutsal olan”dır. Din ise Allah katında İslâm’dır. O hâlde ahlâkın kaynağı İslâm’dır. İslâm tüm zamanlarda aynı şeyi söylemiştir. Aliya İzzetbegoviç bu bağlamda şunları söyler:

 

“Ahlâk, aklın mahsulü değildir; prensip olarak da, tatbikat olarak da. Akıl, yalnız şeyler arasındaki münâsebetleri tetkik ve tespit edebilir; ahlâken tasvip veyâ red mevzu-bahis olunca, akıl hakîkî mânâda hüküm veremez. Akıl tümüyle şeyler arasındaki münâsebetleri keşfetmekten başka bir şey yapmağa muktedir değildir.

 

Ahlak dîne bağlıdır, dinden neş’et eder, din olmasa ahlâk da olmaz. Bu pratikte ve tatbikatta da böyledir. Şu çok önemlidir ki, ahlâk pratikte de dîne bağlıdır fakat ‘dindara’ bağlı değildir. Ahlâk, yasaktan doğmuştur ve bugüne kadar yasak olarak kalmıştır. Yasak ise dînîdir, hem mâhiyeti hem de menşei îtibârıyla. Allah’ın on emri’nden sekizi yasaklardır. Ahlâk denilen şey dâima insan tabiatının hayvânî iç-güdülerine karşı, sınırlandırıcı ve men-edici prensiptir. Ahlâk da, insan gibi akıl-dışı, gayr-ı tabiî, tabiat-üstüdür. Tabiî insan ve tabiî ahlâk mevcut değildir”.

 

“Nice ateistler vardır ki ahlâklıdır ama nice dindarlar vardır ki ahlâksızdır” deniliyor. Aliya bu konuda da özetle şunları söyler:

 

“Ahlâklı ateist olabilir ama ‘ahlâklı ateizm’ olmaz. Çünkü ateizmden ahlâk çıkmaz. Bâzı ateistlerin ahlâklı olması, onların çocukluğunda âileleri tarafından iyi yetiştirilmesine ve bâzı dindarların ahlâksız olması da onların çocukken âileleri tarafından kötü yetiştirilmesi nedeniyledir. Din-dışı insanın ahlâklı olmasının kaynağı da dindir. Ancak geçmişteki eski bir dindir bu. Ve insanın ondan haberi bile yoktur. Bu din; muhit, âile, edebiyat, film ve mîmârînin içinden sayısız şekilde têsir icrâ etmeye ve ışımaya devâm etmektedir. Güneş’in çoktan battığı yerde de gecenin bütün sıcaklığı yine Güneş’tendir. Ocakta ateşin sönmüş olmasına rağmen oda sıcak olmaya devâm eder. Ateistin ahlâkı, zevâl bulmuş dindendir. Dîne borçlu olduğumuz dünyâ vizyonundan ileri gelen davranış tarzıdır bu. Ancak ve ancak geçmiş asırların mânevî mîrâsının tamâmen imhâ veyâ bertarâf edilmesi sûretiyle bir neslin ateist olarak eğitilmesi için, psikolojik şartlar tahakkuk ettirilebilir.

 

İnsanlık, yirmibin sene aralıksız dînin têsiri altında yaşamıştır ve dolayısıyla din; ahlâk, kânunlar, anlayış ve hattâ lîsan dâhil olmak üzere, hayâtın bütün tezâhürlerine girmiş bulunmaktadır. Bu îtibarla burada şu soruyu sormak yerinde olur: Bütün bu geçmişe rağmen yeryüzünde bugünkü şartlar altında tamâmen ateist bir nesil yetiştirmek mümkün mü acaba?. Haddizatında bu kültür de onun hâmili olan kuşakta olduğu gibi, din ve büyük ahlâkî prensiplerin devamlı ve fakat farkına varılmayan, ama daha az hakîkî olmayan têsiri altında gelişmektedir. Doğrusu, yeni kuşağın sâdece ideolojisi yenidir; terbiyesi ise ahlâkî anlayışlardır. Din olmadan, prensip ve fikir olarak ahlâk olamaz; tatbikatta ise, ‘ahlâklılık’ mümkündür. Ne var ki, bu pratik ahlâklılık atâlet gibidir ve hareket gücünü veren kaynaktan ne kadar uzaklaşırsa kendisi de o kadar güçsüz kalır. Netîce olarak diyebiliriz ki; ahlâk, dînin öbür hâlidir”.

 

Din hayattan ne kadar koparılırsa, Ahlâk da o oranda azalır. Lâiklik ve sekülerizmle hayattan koparılıp vicdanlara hapsedilmiş olan dînin eksikliği, günümüzdeki mevcut çirkeflikleri açığa çıkarmıştır. Zîrâ din sâdece kâlplerde yaşanabilecek bir şey değildir. Ahlâk, din hayatta hâkim olunca hayâta hâkim olur. Vicdanlara kilitlenmiş olan din bir ahlâk ortaya koyamaz.

 

Ahlâk “dünya”dan kaynaklanmaz, vicdandan-merhâmetten-inançtan-âhiretten-Kur’ân’dan-Peygamberden, yâni Allah’tan kaynaklanır. Allah’tan kaynaklanan bu ahlâk kullanıldığında ahlâklı olunurken, kullanılmadığında da ahlâksız olunur, ahlâksızlık açığa çıkar ve giderek tüm toplum ahlâksız olur çıkar. Toplum etik olsa bile ahlâklı olamaz. Bu nedenle toplum hiç-bir zaman insan-merkezli olan etik ile düzelemez, ancak ilâhi-merkezli olan ahlâk ile düzelebilir.

 

Ahlâkın kaynağı akıl da olamaz. Çünkü akıl da sınırlıdır ve o sınırın bir adım ötesinde ahlâksız şeyler yapabilir. Jean Isoule; “Sokrates döneminden bugüne kadar, akla dayalı bir ahlâk sistemi oluşturma girişimlerinin tümü yenilgiyle sonuçlanmıştır” der.

 

Ahlâk bâzen kendi aleyhine karar almayı da gerektir. Fakat etik hiç-bir zaman aleyhine bir karar almaya yanaşmaz. Bu nedenle infâk yapmakta, zekât ve sadaka vermekte çok zorlanır ve çoğu zaman vermez. Çünkü etiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39 kalır, fakat ahlâka göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zîrâ Allah, kendi rızâsı için verilenin karşılığını 10, 100 ve 1.000 kat fazla olarak geri verir cennette. İlâhi olandan kaynaklanan ahlâk bu nedenle vermekten çekinmez. Etik, malını kolay-kolay muhtaç olanla paylaşmaz, vermez. Verse bile sınırlı bir veriştir bu. Zîrâ dediğimiz gibi, etik sınırlı olandır. Kimseyi kendine tercih edemez. Fakat ahlâk, kendi ihtiyâcı olsa bile onu diğerine verebilir:

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

Bunu yapmayı âhiret bilinci-korkusu ile yaparlar:

 

“Kendileri istekli oldukları hâlde yemeklerini yoksula, öksüze ve esire verirler ve onlara: ‘Bunu size Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz Rabbimizin sert, belâlı bir gününden korkarız’, derler. Allah da onları o günün fenâlığından korur. Yüzlerine parlaklık, gönüllerine sevinç verir” (İnsan 8-11).

 

Zâten Allah:

 

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça en iyiye eremezsiniz” (Âl-i İmrân 92) der

 

Kişinin gerçekten ne olduğunu acıları ve korkuları ortaya çıkarır. Sıkıştığında etiğin kaynağı olan insandan değil, ahlâkın kaynağı olan Allah’tan yardım ister:

 

“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)’ olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız” (Yûnus 22).

 

Kant, yazdığı bir mektupta; “akıl tarafından desteklenen ahlâki ilke ve değerlerin ilk olarak İncil tarafından ortaya konulduğunu” söyler: “Eğer İncil, ahlâk kânunlarını salt bir biçimde daha önce öğretmemiş olsaydı, akıl, bugün tanık olduğumuz yetkinlik içinde onları anlayamayacaktı. Bu kânunlar (vahiy yoluyla) verildiği için, akıl, onların doğru ve gerçek olduklarına başkalarını inandırabilir”.

 

Ahlâk eyleme zorlayan şeydir. Ahlâk bir felsefe değildir. Ahlâkın bilgisi Ahlâk değildir çünkü. “Din kültürü ve ahlâk bilgisi” dersi ne din öğretir ne de ahlâk. Onun gerçeğini değil de bilgisini öğretmeye kalkarlar ama bunu da doğru-düzgün başaramazlar. Başaramadıklarının delîli, mevcut sapkın gençliktir. Çünkü artık zamânımızdaki insanların ahlâkı yoktur, “etik”i vardır sâdece ama etik, güvenli-huzurlu bir ortam oluşturamamaktadır.

 

  İnsan, İslâm fıtratıyla yaratıldığı için potansiyel olarak “doğuştan” bir İslâm ahlâkına sâhiptir. Zâten peygamberler de, bu potansiyel ahlâkı en iyi koruyan kişiler arasından seçilirler. İslâm ile alâkası olmamasına rağmen ahlâklı işler yapan insanların ahlâklı eylemlerinin nedeni, işte bu doğuştan gelen potansiyel İslâm ahlâkıdır. Fakat Allah bu potansiyel ahlâkı yeterli bulmaz. Zîrâ ahlâk, “açığa çıkan ahlâk” olursa anlam kazanır. Allah, Mekke toplumunun en ahlâklı insanı olan Peygamberimiz’i ahlâkından dolayı peygamber seçmiş fakat mevcut ahlâkını kemâle erdirmek için onu “kalk” ve “uyar” emirleriyle harekete geçirmiştir. İslâmî ahlâk 23 yıl sonunda Peygamberimizde kemâline Kur’ân ile ulaşmıştır. Hz. Âişe, kendisine Peygamberimizin nasıl bir ahlâka sâhip olduğunu soran Urve b. Hişam’a şöyle cevap vermiştir: “Resûlullah (s.a.v.)’in ahlâkı Kur’ân idi” (Müslim, Müsâfirîn 139). Hz. Âişe, Peygamberimizin ahlâkını târif ederken, “o doğuştan ahlâklıydı” dememiş, “o’nun ahlâkı Kur’ân idi” demiştir. Zîrâ gerçek ahlâk, İslâm’dan-vahiyden neş’et eder.

 

İslâm salt bir ahlâk-sistemi de değildir. “Ahlâklı yapmalar bütünü”dür İslâm.

 

Evet; etik insandan neş’et ederken; ahlâk ise Allah’tan neş’et eder, ortaya çıkar. Bu nedenle ahlâksızlık yâni etik, Allah’sızlıkken; Allah’sızlık da, etik, yâni ahlâksızlıktır.

 

Ahlâkın kaynağı ise, “kişiyi ahlâklı davranmaya yönelten şey”dir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder